Moonlight | Chapter 16


Önceki bölümde…

“Ölecek miyim?”

“Hayır, ölmeyeceksin.”

“Neden yaptın o zaman?”

“Arzulaman için. Beni ve kanımı…”

“Seni sevmeyeceğim!”

*

“Zayıflamışsın,”

“Zayıflamış mıyım?” dedi kız biraz şaşırarak.

“Biraz. İyi misin?”

“Ben- evet, iyiyim, Profesör. Ya siz?”

“Bunu nezaketen soruyorsun değil mi, Granger?”

*

“Bulanığın burada ne işi var?”

“Şşşt.”

Brandon, “Sorun ne?”

“Anlamadı! Tanrım! Seninle takılıp takılmadığımı sordu ve anlamadı! Bunu ben yapmış olamam değil mi?”

“Hayır, sen yapmadın. Kanım yaptı.”

“Ah… Tabi ya. Senin kanın. Mükemmel olduğunu söylemiş miydim?”

“Şey, birçok kere.”

“Şuna bak, kibirli şey!”

“Peki ben sana ne kadar güzel olduğunu söylemiş miydim? Bir de sevimli ve seksi…” Hermione’yi iyice çekti ve cevap veremeden onu öptü. Genç kızın ayaklarını yerden kesmişti.

“SUPRISE, FUCKING BLOODSUCKER!”

 

“Snape, bu habere bayılacak!” İkisi kahkahayı bastı. Dedikodular o kadar da asılsız değildi demek. Eh, her hikâyenin bir kaynağı vardı sonuçta. Olay olacaktı bu; Bulanık, okuldan uzaklaştırılabilirdi! Sonra Profesör Moyer’da muhtemelen uzaklaştırılacaktı ve belki de yerini Snape alacaktı. Sonunda talih yüzlerine gülüyordu.

Biliyordum!” dedi Pansy, suçluyu yakalamış gibi. “Küçük, ukala, pis sürtük!” Her kelimeyi zevkle vurgulamıştı.

Draco, “Potter ve Weasley’in kendilerine yeni bir kız arkadaş bulmaları gerekecek.” dedi imalı imalı. “Yazık.”

Aynı anda sınıfın kapısı tekrar açıldı. Derhal susarak yeniden sıranın altına sindiklerinde içeri giren kişi, “Orada olduğunuzu biliyorum.” dedi. Pansy ve Draco birbirlerine baktı dehşetle. Brandon geri gelmişti. 

“Lanet olsun, nasıl anladı?”

Pansy öfkeyle, “Konuştuğunu duymuş olmalı işte!”

“Duydum,” dedi Brandon.” Adımları sınıfta yankı yapıyordu. “Kulaklarım çok keskindir. Hatta Hermione’ye yakıştırdığınız o lafları bile duydum. Hiç hoşuma gitmedi…” Gençler sıranın altından çıkıyordu. Brandon ise dik bakışları ve ağır adımlarıyla onlara doğru yaklaşırken hiç de o sıcakkanlı genç adama benzemiyordu. Buram buram tehlike kokusu yayılırken Pansy ve Draco’nun eli, içgüdüyle asalarına gitti. “Bence bunun akıllıca bir hareket olmadığını biliyorsunuzdur.” diye uyardı onları genç profesör. “İkiye karşı bir, evet, şansınız olabilirdi ama bana karşı hiç şansınız yok.” Gülümsedi. “Sizi temin ederim.”

*

Günler yine birbirini kovalar ve Noel haftası gelip çatar…

*

Her gece olduğu gibi o gelene kadar odasında oyalanan Hermione, oda sahibinin kitaplarından birini karıştırıyordu. Kafasını okuduğu paragrafa veremiyordu tabi vücudunu sarsıp duran dürtü yüzünden. Elleri bile sabırsızlığını dışa vuruyordu titreyerek.  Azıcık eneri içeceğinden içse (Brandon’ın kanına böyle diyordu) kendisine gelecekti. Kitabı kapatıp bir kenara koydu ve üfleyerek etrafına bakındı. Epey uzun sürmüştü bekleyiş, hayır sadece beş dakika olmuştu, kalkıp odayı turladı. İçi, suyunu çekmiş sünger gibi daralmıştı. O kadar ihtiyacı vardı ki… Biraz sonra balkona inen ayak seslerini duyunca kurtuluşuna doğru koştu ve tam ona sarılacakken de durdu. Brandon’ın kucağında minik bir tavşan vardı. “Senin için yakaladım.” dedi. “Çok güzel değil mi?”

Çok güzeldi tabi, bembeyaz bir şeydi ve o kadar ufaktı ki normal duruşu bile yumuşak, beyaz bir topu andırıyordu. Hermione, güldü. Tavşanı alırken bebek tutar gibiydi. “Aman Tanrıım, nasıl bir şey bu! Harikaa, çok tatlııı!” Brandon da onun tepkilerini izlerken gülümsüyordu. “Ay, sen bile bunu yemeye kıyamadın değil mi?” Brandon biraz daha gülümseyerek,“Aklımdan bile geçmedi.” dedi. Hermione, havaya kaldırıp burnunun ucunu tavşanınkine değdirdi. “Şeker şey!” Sonra Brandon’a baktı. Onun yüzünde gördüğü bir şey, tavşana olan ilgisini hemen yitirmişti. Beyaz tüy yumağını eğilerek yere bıraktı. Tavşan zıplayarak uzaklaşırken, “Neyin var?” dedi endişeli.

“Neyim varmış?”

“Mutlu görünmüyorsun…” Hermione kollarıyla onun boynuna sarıldı.

“Mutlu görünmediğimi de nereden çıkardın?” dedi genç adam da onun beline sarılırken. “Sen güldüğün zaman ben hep mutlu olurum.”

“Ama başka bir şey var sanki.” diye itiraz etti genç kız, saklayamıyorsun dercesine.

Ah, bir şey değil birçok şey vardı. Bir kere Yasak Orman’da işler artık eskisi gibi gitmiyordu. At-adamlar ve yiyecek bulmak sorun olmaya başlamıştı ama daha da can sıkıcı olanı… Brandon, pes edercesine iç çekti. “Zayıflıyorsun, Hermione.”

“Hey, sadece birkaç kilo… Verdiğime bile memnunum, tamam mı? Zaten fazlalıktı.”

“Yine de bu gidişle zayıflamaya devam edersen o fazlalıklara ihtiyaç duyacaksın. Sözümü kesme- rutin zamanların dışında kanımı içmeden duramaz hale geldin ve ben buna engel olamıyorum. Ayrıca, geçen gece kriz geçirdiğini unutmuş gibi davranman oldukça sinir bozucu.” Brandon ondan uzaklaştı.

LestatCruise1

“Kriz mi? Abarttın bence. Birazcık fazla ısrarcı olmuş olabilirim ama kriz falan geçirmedim.”

“Fazla ısrarcı halin kriz anıydı işte. Tamam,” dedi Hermione sert sert bakınca. “Küçük çaplı bir kırılma anıydı diyelim. Evet, belki enerji içeceğin seni ayakta tutabilir ama sen onu besin niyetine kullanmaya başladın. O bir yemek değil, seni beslemez ve sen de bir vampir değilsin.” Nefes verdi. “Bunun, seni böyle yapacağını hiç beklememiştim…” Buraya gelmeden önce onun Muggle Doğumlu olduğunu bilmediği için beklememişti tabii. Kanını verirken bile bilmiyordu, belki bilseydi onu kendisine bağlamak için başka yöntemler denerdi ama gerçeği sonradan öğrenmişti ne yazık ki. Sonuç olarak, gözden kaçırdığı bir şey yüzünden canı sıkılıyordu.

Hermione, Muggle Doğumlu olduğu için direnci düşüktü. (Bu yüzden ileri derece bağımlılık belirtileri gösteriyor ve evet kriz anları yaşıyordu.) Muggle Doğumlular, sağlık konusunda her şeye karşı direnci düşük olurdu zaten. Örneğin, grip. Safkanlar kış boyu grip olmazdı, Melezler de ya hiç olmaz ya da hafif atlatırdı ve Muggle Doğumlular mutlaka hastane kanadını tıklım tıklım doldurur, Madam Poppy’nin Ateş Buharından dert yanardı. Bir başka örnek vermek gerekirse, Safkanlar ve Melezler kanser olmazdı ama Muggle Doğumlular genetik zayıflıklarından dolayı kanser olabiliyordu ve Sihir Dünyası’nda da bunun çaresi yoktu. Sonra, hamile olan Safkan cadılar normal doğumu tehlikesiz atlatabilirken Muggle Doğumlu cadılar bu konu da o kadar da şanslı olamayabiliyordu, gibi… Zaten Muggle ve Muggle Doğumluların pek çok Safkan tarafından farklı, zayıf ve hastalıklı bir tür olarak bulunmasının ve yok edilmelerini de gerekçe görülmesinin sebebi buydu. Onlar sağlıksızdılar ve güçlü olanlar hayatta kalmalıydı.

Hermione kaşlarını çattı.  “Ses tonunu hiç beğenmedim. Ölecekmişim gibi konuşuyorsun.”

“Hayır, tabi ki… Sadece yemek ye, Hermione. Lütfen, kendine iyi bak ve enerji içeceğinin yemek olmadığını hatırla.”

“Tamam, söz veriyorum… Bundan sonra senin için daha fazla yiyeceğim…” dedi yumuşayarak. Sakinleşmesi için onu öptü. Brandon da karşılık verdi, geri çekildi, yüzünü ellerinin arasına aldı, eğilerek kızı bir kez daha öptü. Sonra elini tutup içeriye çekti ve dolabına doğru götürdü. “Senin için bir şeyim daha var.”

Hermione şaşırmıştı. “Ne? Brandon, buna hiç-”

“Şşt. Noel’de burada kalacağını söylememiş miydin?”

“Evet, senin için.” Sonra sırıtarak,  “İkimiz için.” diye düzeltti. Yanaklarına pembelik hücum etmişti.

“Öyleyse, seni üzerinde sıradan bir elbise varken dansa kaldıracağımı sanıyorsan yanılıyorsun.” Brandon dolabı açtı. Askıda yine beyaz, minnacık taşlarla işlenmiş, oldukça dikkat çeken şık bir gece elbisesi vardı. Hermione anında nefesini içine çekti. İşlenmiş taşlarla çok süslü gibi dursa da sade tasarımıyla bir zarafetlik hissi uyandırıyordu insanda. Düğünde giyilebilecek bir şeye benziyordu. “Vay… canına…” diyebildi kocaman gözlerle. Elbiseye bir uzay kostümüne dokunur gibi dokunmuştu. Sonra birden, bu elbiseyi daha önce Ginny’nin incelediği bir katalogda gördüğünü anımsadı. Askıdan dikkatle çıkarırken üzerine tuttu ve Brandon’a döndü. “Sen çıldırmışsın!”

Brandon sırıtıyordu.

“Ama balo filan yapılmayacak ki!” Çok dikkat çekici bir elbiseydi bu.

“Beni ilgilendirmez, onu giyeceksin ve ben seni o elbiseyle dans ettireceğim.”

“Tanrım, herkes bana bakacak!”

“Amaç o,” dedi genç adam daha da geniş bir sırıtmayla. “Hermione’min ne kadar mükemmel olduğunu konuşacaklar.”

“Ama… Bu elbiseyi alabilmem mümkün değil… Çok pahalı…” Katalogdaki Galleon sayısını hatırlamıyordu ne yazık ki. “Hem sonra nasıl açıklarım?” Brandon başını hafifçe sağa yatırmıştı beni aptal mı sandın, dercesine.  “Bunu düşündüm bile. Elindeki sadece taklit, Hermione. Gerçek olanı burada…” Dolabın üstündeki kutuyu aldı, kapağını açtı ve elbiseyi çıkarıp aslını gösterdi. “İkna yeteneğini kullanabilirsen, gerçeğini giyebilirsin.”

“Ay!” dedi Hermione ikinci şoku geçirerek. Elindekiyle aslını ayırt etmek mümkün değildi!

Brandon güldü ama Hermione bu kez fark etmese de gülüşü buruktu yine. Hogwarts’a girebilmek için neler yaptığını, neleri ve kimleri araştırdığını, neyi nasıl hesaba katması gerektiğini bildiğini hatırlayıp, Hermione’yi nasıl olup da araştırmadığı için içten içe kendisine kızıyordu. Onu görür görmez, Claudet’e ne kadar benzediğini düşünmekten başka bir şey yapmamıştı. Belki de düz mantıkla onun da Safkan olabileceğini filan düşünüp gerek görmemişti. Ama ne olursa olsun, onun kan statüsünü öğrenmemek gibi aptalca bir hataya düşmüştü işte. Mutsuzdu, canı sıkkındı, çok sıkkındı…

*

“Tahmin edeyim, nihayet bir şeyler yemen gerektiğini hatırladın ve kilolarını geri kazanmaya karar verdin?” dedi yanına oturan Ginny, iğneli bir ifadeyle. Öğle yemeğinde onu şundan bundan bir şeyler yerken görmek şaşırtmıştı. Hermione’nin zayıflamış olması sinirine dokunuyordu epeydir. “Biraz da şundan ye.” diye şekerli çöreklerden verdi ona bolca.

“Altı üstü birkaç kilo, tamam mı?” diye şikâyet etti Hermione. “Görende bir günde on kilo verdim sanır. Hem Ron, biraz daha fit olduğumu söyledi.” Bu arada içinden kıkırdadı,  o zarif elbiseyle müthiş görünürdü üstelik.

“Bu gidişle fit değil, iskelet olursun canım. Depresyonda filan mısın ki, hayret bir şey. Şu kansız suratına bir bak, cesede benziyorsun.”

Hermione, canı sıkılarak ona baktı. “İyiyim, Gin. Abartmayı kesecek misin?” Bazen Molly’i feci andırıyordu.

“Aman, iyi ol da.”

Hermione, gözlerini devirirken patates püreli bifteğini çatal-bıçak yardımıyla kesip ağzına attı. Bir an midesi bulanır gibi olmuştu ama çabucak yutuverdi.

“Ağır mı geldi?” dedi Ginny suratını büzüştürerek. “Belki de hafif bir şeyler yemelisin.”

“Belki de,” dedi tabağını iterek. Kızarmış bir ekmek alıp reçelleri vermesini istedi. Bu sırada Ron’la Harry de yanlarına gelmişti.

Ron, “Vay canına Mione, sen yemek yiyor muydun ki?”

“Colin nerede?” diye fotoğrafçı çocuğu bulmak ister gibi ayağa kalkıp abartıyla etrafına bakındı Harry. “Colin, hey Colin!” Sonra gülerek geri oturdu. “Bu anı ölümsüzleştirse iyi olur. Yoksa bir daha göremeyebiliriz.”

“Değil mi,” diye katıldı Ginny. “Hermione ve reçelli ekmek, dünya tatlısı ikili.” Üçü de gülerken Hermione birazcık sırıttı ama adet yerini bulsun diye kaşlarını çatıp cık cıklıyordu.

Sonra Colin geldi. “Buradan biri beni çağırdı sanki?” dedi emin olamayarak. Yinede umutla Harry’e bakıyordu.

Harry, “Tam zamanında, Colin. Bizi çeksene diyecektim ama önce Hermione’yi tek başına çeksen daha iyi olur. Ölümcül diyetine son veriyor da.”

“Tabii!” dedi hevesle boynuna asılı makinesini hazır ederken. Hermione, başka bir zaman olsa itiraz ederdi ama dün geceden beri keyfi yerindeydi. Şirin bir poz verdi ve flaş patladı. Sonra kısa bir gülüşme oldu. “Şimdi hepinizi mi çekeyim?”

“Evet, mümkünse!”

Colin, heyecanlanmıştı. Harry, fotoğraf çekilmesine öyle kolay kolay izin vermezdi zaten. Şansına, bugün arkadaşlarıyla keyfi yerinde olmalıydı. Masanın en ucunda oturuyorlardı bu yüzden hepsini aynı kareye alabilmek için baş tarafa geçti. Ginny, Hermione’nin arkasındaydı, görülebilmek için muzip bir gülümsemeyle çenesini onun omzuna dayadı. Ron’da Harry’nin arkasında olduğu için arkaya kaykılarak buradayım, dercesine elini havaya dikti. Sanki eli, salonun köşesine dikilmiş devasa çamın çıngıraklı süslemelerinden birini yakalamış gibiydi. “Harika pozlar!” diye güldü Colin. Düğmeye basıyordu ki bir ses, “Ver şunu bana.” diye makineyi elinden kaptı. Snape, masadakilerin fotoğraf için verdikleri gülümsemeyi anında yüzlerden silmişti.

“Profesör…” diye itiraz etti Colin. Normalde buna hayatta cesaret edemezdi, ondan en az Neville kadar tırsıyordu çünkü. “Tam da çekiyordum…”

“Çekemezsiniz. Yasak.”

“Yasak mı? Ben, öyle olduğunu sanmı-”

“Öyle sansanız iyi olur, Bay Creevey. Çünkü ben öyle diyorum.”

“Orası belli,” dedi Harry sesinde kasıtlı bir küstahlıkla. “Ayaküstü kural uydurmada sizden iyisi yok.”

Snape, ona döndü. Bu kez çatık kaşlar ve sivri sözlerle saldırmaktan vazgeçmişçesine gülümsüyordu. “İyi bir yönümü gördüğünüze sevindim, Bay Potter.” dedi. Alayla. Bundan vazgeçmezdi işte. İnce dudaklarını büktü. “Şöhretinizin altın bulutları arasından başkalarını fark edebilmeniz de bir yetenek tabii.” Harry, kıpkırmızı olurken Snape, bu kez bakışlarını onun karşısındaki kıza çevirdi ve gülümseyen dudakları düz bir çizgiye dönüştü. “Yemeğinizi yiyin,” dedi. “Belli ki vitaminsizlik başınıza vurmuş.” Sonra elinde fotoğraf makinesi ile yürüyüp gitti. Colin de arkasından koşturuyordu.

Hermione, “Vitaminsizlik başımıza vurmuşmuş,” diye söylendi arkasından. Şimdi keyfi kaçmıştı. “Asıl onun başına vurmuş. Birileri onu iyi beslemiş olsaydı, sevgiyle yani, şu anda vitaminsizce davranmazdı.”

“Tamamen asitten oluşuyor.” diye katıldı Harry sinirle soluklanırken.

“Limonlu Snape.” diye yorum yaptı Ginny. “Hem de yeşil olanından.”

Ron, “Yazık.” dedi. “Asla bir turunçgil olamayacak.”

*

Brandon, nihayet eğlendiğini düşünüyordu. Gryffindor masasında geçen konuşmalar yüzünden kahkahasını güçlükle tutuyor, birilerinin ne olduğunu fark etmemesi için mendiliyle ağzını silermiş gibi yapıyordu. Nitekim elinde ‘yasaklı’ fotoğraf makinesiyle Snape çıkagelince bunda giderek daha da zorlanmıştı. Derin nefes aldı ve mendili ağzından çekerek ciddi bir ifade takındı. “Profesör Snape, noel için hatıra fotoğrafı mı çekiyorsunuz?” Tabi söylediği şeyle pek de ciddi duramamıştı, sırıtışıyla fire verdi.

Snape, öğretmenler masasında ayarlanan konum gereği onun tam da yanına oturdu. “Evet. Flaşının ne kadar güçlü olduğu dikkatimi çekti ve ödünç aldım. Belki seni çekersem aşırı parlamadan dolayı yok olursun diye ümit ediyorum. Doğrusu muhteşem bir hatıra olurdu.”

Genç profesör bu kez kahkahasını gizlemedi. Snape, kendisine duyduğu kini artık saklamıyor böyle ulu orta konuşarak beyan ediyordu. Bu da uzun zamandır onu kızdırmada oldukça başarılı olduğunu gösteriyordu ama yine de Snape, mizah anlayışını ve kendisini kaybetmeyecek kadar çetin ceviz çıkmıştı.

“Öyleyse, umarım Noel akşamı buradasınızdır. İçimde muhteşem bir hatıra bulacağınıza dair bir his var.”

*

“Sen… Sen… Bunu nasıl aldın!” diye çığırdı Ginny Weasley, sesinde gizlediği kıskançlığı hayretiyle bastırarak. Cadı Gündeminin son katalogunda gördüğü elbise, şimdi Hermione’nin üzerindeydi. Pırıltılı beyazlığın içinde yeni kilosuyla, daha doğrusu kilosuzluğuyla, boy gösterirken mükemmelin ötesinde görünüyordu ve birazdan kırmızı halıdan geçerken el sallayarak selam verecek olan yılın en seksi aktristi gibiydi. “Söylesene, gizlice dünyanın en zengin adamıyla filan mı evlendin?!”  Ginny, onun etrafında dört dönerken elbiseyi her açıdan inceliyordu; daha rahat yürüyebilmesi için elbisenin sağ yanında, dizden yukarısına uzanan bir yırtmaç vardı. Sutyen giymesine de hiç gerek yoktu çünkü göğüs tarafı destekliydi zaten. Sırt kısmına gelince ki en dekolteli yer sırt kısmıydı ona göre, kuyruk sokumunda biten v şeklinde bir açıklık vardı.

“Hayır, Ginny.” diye güldü Hermione tasasızca. “Dünyanın en zengin adamıyla evlenirsem senden gizlemeyeceğime emin olabilirsin.”

“Yani, ne bileyim. O kadar gerçek görünüyor ki…” Üstelik çaktırmadan etiketini bile kontrol etmesine ve taklit olduğunu bilmesine rağmen inanamıyordu. “Hem taklidi bile aslı kadar olmasa da az değil hani.”

“Evet, biliyorum.”

“Ah, Hermione… Kız milleti çoğunlukta olmak üzere herkesi çıldırtacaksın…”

Hermione sırıttı. Bunu da biliyordu.

“Ama” dedi Ginny kızıl kaşlarını çatarken onun aklından geçeni tahmin ederek. “En çok da beni çıldırttığını bilmiyorsun!”

Hermione gülerek ona arkasını dönerken fermuarını açmasını söyledi. Deneme ve ikna faslı bitmişti. Ginny, artık elbisenin taklit olduğunu biliyordu. Noel akşamı gerçeğini giydiğinde hiçbir şey fark etmeyecekti. “Sence şu ayakkabı olur mu?” diye onun fikrini aldı yatıştırmak ister gibi.

“Olur; ama beyaz olsaydı daha iyi olurdu.”

“Gerçekten mi? Renk sorun değil o zaman, bir büyüye bakar.”

“Yani, bu güzelliğin yanında bir de yakışıklı olmalı ama.” diye kıkırdadı Ginny, fermuarı açarken konuyu değiştirerek. “Brandon’ın bu kategoride ilk sırada yer aldığını düşünürsek…”

Hermione de kıkırdadı.

*

Tırabzanları bile buz tutmuş merdivenlerden inerken kayıp düşme endişesi yoktu. Tek endişesi,  yanlarından geçip gittiği insanlara çok abartılı mı göründüğü düşüncesiydi. Her ne kadar Ginny, abartılı olduğundan değil, aksine klasik ama çok seksi olduğu için dikkat çektiğini söylediyse de yatışmamıştı. Bütün gözleri üzerinde hissediyordu ve bütün gözleri üzerinde hissetmeye de alışık değildi. Bu kez elleri heyecandan titrerken, gece boyunca krizden eli titremesi mümkün değildi çünkü aşağı inmeden önce enerji içeceğini içmişti, keşke tutunacağım biri olsaydı diye düşündü.  Aklından geçtiği sırada da, biri onu tuttu. Dirseğinden.

*

“Malfoy!” dedi gözlerini şaşkınlıkla kırparken. Tutunmak istediği son kişiydi.

“Selam, Granger.” Genç adam, konuşmakta epey zorluk çekeceğe benziyordu ki selam verirken bile kızarmıştı zaten. Draco Malfoy, Hermione Granger’a selam vermezdi.

“Şey… Sana da selam?” dedi. Ona bunu söylemek tuhaf gelmişti şimdi.

“Bak, çok uzatmayacağım. Harika görünüyorsun filan. Sadece…” Malfoy çekingence salona baktı ve çabucak, ona biraz daha eğilerek söyledi. Bir şeyden korkuyor gibiydi. “Sadece ondan uzak dur.”

“Anlamadım,” Hermione onun baktığı yere bakmıştı. Sonra Malfoy’a döndü ve “Kimden?” dedi ama o gitmişti bile. İyice şaşırırken kaşlarını kaldırdı. Tuhaf bir konuşmaydı bu, çok tuhaf… Sonra, Malfoy’un her zamanki saçmalıklarından biri olduğu kanısına varıp omuz silkti ve Büyük Salona girdi. Girmesiyle yine bütün gözleri mıknatıs gibi üzerine çekmişti. Elinde olmadan, adeta yerin dibine geçerek, sırıttı.

*

“İnanılmaz,” dedi kadın. “Bayan Granger, kuğu gibi.” Minerva McGonagall, dudaklarında gururlu bir gülümsemeyle kendi kızını izler gibiydi. “Değil mi, Albus?”

“Fevkalade.” diye onayladı adam. Onun sesinde de gurur vardı. Hermione’nin küçük bir kız olduğu günleri anımsıyordu da… Gülümsedi. Şimdi küçük bir kız olduğunu söylemek çok zordu, o artık genç bir kadındı. Aynı masada, şaşkınlığını gizleyemeyen diğer profesörler arasında bulunan Snape de bu konuda bir iki şey söyleyebilirdi ama ne yazık ki pek dost canlısı biri yoktu yanında. Sadece yutkundu. Birkaç dakikalığına yanındaki iğrenç varlığı bile unutmuştu. Ah, inkâr edemezdi. En azından kendi içinde… Granger, muhteşem görünüyordu; her zamanki o kabarık, kıvır saçları şimdi düzdü ve arkaya doğru, elbisesine uyan beyaz, çiçekli bir tokayla toplamıştı. Zayıfladığı için mi yoksa elbiseden dolayı mı bilemiyordu ama biraz uzundu sanki. Çevresinden gelen övgüleri kabul ederken ki nazik gülüşünü görünce gülümsemekten kendini alamadı. Fiziğinin de dikkat çekici olmadığını söylemek zordu. Her adımında sağ bacağı yırtmacından görünüyor, sırtı döndüğü zaman o neredeyse dibe varan ‘v’ şeklindeki açıklıktan görünen beyaz, pürüzsüz teni de insanı şaşırtıyordu. Evet, doğru kelime…

Brandon’ın “Mükemmel…” demesiyle gerçek dünyaya geri döndü Snape. İyi ki de dönmüştü. Doğru kelimeyi az kalsın sesli dile getirecekti ve o kelime mükemmel, değildi.

*

“Pansy’i gördün mü?” dedi Ginny kahkaha atmamak için kendisini tutarken.

Evet, görmüştü. Pansy Parkinson, binasına uygun yeşil bir elbise giymişti, makyajı da yeşil ve gri tonlarındaydı. (El ve ayak tırnakları da koyu yeşildi hatta.) Siyah, uzun bir topuklu giymişti. Aynı renk zeytin karası saçlarını da tepesinde topuz yapmıştı ve boynunda gümüş bir gerdanla o da gecenin en şıklarındandı ama Hermione’nin yanında solda sıfır kalmıştı işte. Bunun farkındaydı ve birazcık öfkeliydi. Birazcık ne kelime!

Harry ciddi anlamda üzülerek, “Keşke Colin, fotoğrafını çekseydi.” dedi. “Görülmeye değer.”

Ron, “Hermione de öyle…” Kendine gelememiş gibiydi. Hermione gülerek onun koluna girince şapşal ifadesinden sıyrıldı ve Colin’in fotoğraf makinesine el koyan Snape’e sövdü.

*

“Oldukça tahrik olmuş durumdayım.” dedi genç adam gülerken. “Kandan daha çok arzuladığım bir şey olacağını hiç düşünmemiştim. Bugüne dek.”

“Ben de oldukça etkilenmiş durumdayım.” dedi genç kadın da gülerek. Saatler gece yarısını göstermek üzereyken Brandon’la dans ediyordu.

“Köprücük kemiklerin meydanda… Oraya bir kolye takmak isterdim ama işte onun taklit olduğuna inandıramazdın.”

Hermione güldü. “Beni daha fazla şımartmasan iyi olur.”

“Şımarmayı hak ediyorsun.” İç çekti. “Lanet olsun, keşke şimdi seni öpebilseydim.”

*

“Hadi Severus, yaşlı bir kadını dans etmek istediği için yalvartacak mısın?” dedi Mconagall şikâyet ederken. “Senin gelip beni dansa kaldırman gerekiyordu, benim değil. Kendinden utanmalısın.”

Snape, gözlerini devirerek kalktı ve McGonagall’ın uzun kemikli, zayıf elini tutarak platformdan aşağı indi.  Aslında yaşlı bir kadınla dans ettiği için kendinden utanması gerektiğini düşünüyordu. Neden, Granger olmasa da, daha genç biriyle dans edemiyordu ki? McGonagall, kendisini yaşlı hissettirmişti. Saçmalıyor muydu, belki biraz. Otuz beş yaş o kadar da kötü olamazdı değil mi? Canı sıkılarak kan emiciyle Granger’ın olduğu tarafa baktı. Snape’in yüzünden, canının onlar dans ettiği için mi yoksa otuz beş yaşında olduğu için mi sıkıldığını anlamak zordu.

*

“Sanırım arkadaşlarımın yanına dönsem iyi olur artık.”

“Birazcık daha dayanamaz mısın? Senden ayrılmak istemiyorum.”

“Ah, peki birazcık daha…” derken McGonagall ve Snape’in de pistte olduğunu görünce gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. “Brandon, Brandon şuraya bak!” diye fısıldadı heyecanla.

Biraz sonra genç adam sırıtıyordu. “Yakışıyorlar değil mi?”

“Ay, saçmalama!”

“Şaka ediyordum.” Aslında hayır, etmiyordu.

*

“Saat üç yönünde ilerliyoruz, Severus. Biraz da şu genç adamla dans etmek istiyorum.”

“Niye,” dedi Snape kuşkulu. “Senin için yeterince genç değil miyim?”

McGonagall ona baktı kaşlarını çatarak. “Neler oluyor?” On dakikadır gençlik üzerine yapılan konuşmanın bittiğini sanarak yanılmıştı herhalde. “Orta yaş krizine erken mi girdin?”

Bunun üzerine Snape, cevap vermeyip saat üç yönünde ilerleyerek onun dediğini yaptı. “Kimmiş şu saat üç yönündeki genç adam?” dedi yeni bir soruyla.

“Ah, Brandon Moyer.”

*

Ne olduğunu anlamadan birbirlerini kollarında bulmuşlardı. İkisi de şaşırır ve adımları karışırken çabucak için doğru ritmi buldular. Snape ve Hermione dans ediyordu.

Biraz sonra şaşkınlıkları, yerini gerginliğe bırakmıştı. Konuşmadan dans ederlerken ikisi de farklı yönlere bakmak için özel çaba sarf ediyordu ama her ne kadar birbirlerine bakmasalar da birbirlerini fazlasıyla hissediyorlardı.  Daha önce hiç olmadığı kadar yakındılar bir kere. Nefesleri minicik mesafe arasında gidip geliyor, ikisinin de göğsü heyecanla atıyordu. Sessizliği ilk kimin bozacağı da aralarında şimdiden gizli bir merak konusuydu. Sonunda ikisi birbirine aynı anda döndü ve yine aynı anda konuştu:

“Yoruldum.”

“Yoruldum.”

Yine şaşkınlık. Ama şaşkınlıkları kısa sürmüştü bu kez. Üstelik yorulduklarını iddia etmelerine rağmen dansı bitirmek için girişimde bulunmamışlardı da henüz. Oysa hemen ayrılabilirler, birbirlerine sırtlarını dönerek ayrı dünyalarına çekilebilirlerdi. Belki de, ikisi de birbirlerinin aslında gerçekten yorulmadığını bildiği için tereddüt etmişti. Lakin sözler söylenmişti bir kere. Yavaşça durdular. Fakat sırtlarını dönüp gitmediler de.

“Güzel görünüyorsun.” dedi Snape, yüzündeki en ufak kası oynatmadan.

“Teşekkür ederim.” Hermione gülümsemişti ama. Bu gece fazla utangaçtı işte yani, ne yapsındı. Sonra, Snape’in dudaklarının çok hafif yukarı kıvrıldığını görür gibi oldu. Demek o da gülümseyebiliyordu.

“Siz de iyi dans ediyorsunuz. Beklediğimden daha iyi…”

“Beklediğimden daha iyi derken?” diye kaşlarını çattı Snape.

“Yani, daha önce dans ettiğinizi görmediğim için hayal etmesi biraz zordu.”

“Bu yüzden beni dans etmesini bilmeyen bir beceriksiz olarak mı hayal ettin?”

Hermione nefesini çekerken buna ne diyeceğini şaşırmıştı bir an. “Ben, sadece… Hiç de öyle…” Ama sözü kesildi.

“Kan emiciyle beni karşılaştırıyordun, değil mi? Sana göre onun yanında beceriksiz kalıyorum herhalde. Ama sana benim yapabildiğim ve onun yapamadığı bir şey söyleyeyim, Granger. Ben, gündüzleri de dans ederim.” Snape, tam da dönüp gidecekken Hermione, sinirle ayağını yere vurdu.

“Tanrım, bir kez olsun yanlış anlamadan duramaz mısın sen? Her seferinde aynı şey! Lafımı alıp on kere çarpıtıyorsun!”

“Ne?”

“Evet, aynen öyle! Az öncesine kadar azıcık dahi gülümsediğini hayal etmek zordu. Çünkü gülümsemek senin sözcük dağarcığında bile yok! Dans ettiğini hayal etmenin de zor olduğunu söyledim çünkü gülümseyen adamlar dans eder!” diye vurguladı son cümlesini kinayeli kinayeli. Nefes nefese kalmıştı. Herhalde daha önce hiç bu kadar sinirlenmemişti. Enerji içeceğini arzuladığı kriz zamanlarında bile.

Ve Hermione, bu akşam ikinci tuhaf olayı yaşadı. Snape, gülüyordu. Üstelik bu kez o kadar belirgindi ki, hani neredeyse kahkaha atacaktı sanki… Gördüğü şey kendi hayal ürünü olamazdı. Belki de onun sinirli gülüşüydü. Hem Snape, buraya doğru yaklaşıyordu da. Herhalde kolunu kavrayacak, nasıl böyle konuşmaya cüret edebildiğini soracaktı kızgınlıkla. Tam kendisini savunmak üzere geri çekilecekken midesine bir kramp girdi. Acıyla yüzünü buruşturduğunda bulantı hissetti ve başı da döndü. Aynı anda bu kadar çok şey olabilir miydi? Bu sırada Snape’in gülümseyen yüzü değişirken, “Granger?” dedi onu tutarak. Zamanında yakalamıştı. “Ah…” diyebildi genç kadın ve kustu. Beyazlar içindeki elbisesinin önünde kırmızı bir şerit vardı şimdi. Kan mıydı bu? Sonra bayıldı.

*

Pistte dans etmeye devam bir takım öğrenciler Hermione’nin, Snape’in kollarına bayıldığını görünce durup şaşkınlık nidaları koyvererek dikkatleri olay yerine çektiler. Uzakta bir köşeden merakla çıkıp gelenler arasında olan Draco, durumu görünce etrafına bakındı ve aradığı kişiyi buldu. Korkulu gözleri, Brandon’ın üzerindeydi.

*

Brandon, gece bitmek üzereyken yarı karanlık hastane kanadına girdi. Tek bir yatak haricinde bütün yataklar boştu. Perdelerle çevrili olan dolu yatağa doğru yürürken, onu görebilmek için epey beklemesi gerekmişti doğrusu. Perdeleri çekti. Şaşkınlıkla donakalırken bu yatağın da boş olduğunu ama yatağın yanındaki sandalyenin boş olmadığını gördü. Albus Dumbledore, ayağa kalkıyordu.

“Efendim… Burada ne yapıyorsunuz?”

“Seni bekliyordum.”

“Beni mi?” Brandon, giderek şaşırırken heyecanlanıyordu da. Kötü bir heyecandı bu. Yatağa baktı. Hem bir şeylerin yolunda gitmediği açıktı zaten. “Yoksa… Hermione?”

“O iyi. St. Mungo’da ve senden uzaktayken daha iyi olacak.”

Brandon, hemen anladı. “Ben, açıklayabilirim-”

“Hayır. Hayır, Brandon. Senden başka açıklama duymak istemiyorum. O şansı kaybettin.” Sonra onun arkasında bir yere işaret verircesine başını bir defa salladı. Brandon ne olduğunu anlamak için geriye dönecekken, sol göğsüne çatırtıyla bir şey giriverdi ve oracıkta acıyla nefesini tuttu. Canını yakan şeye bakmak için başını indirdiğinde bunun bir kazık olduğunu görebilmişti. Snape’in fısıltılı sesini kulağında duydu. “Sürpriz, lanet olası kan emici!”

 

15 thoughts on “Moonlight | Chapter 16

  1. PES valla pesnap, pes! 😀 Yine çatlatacaksın beni ama bu bölüm gibi bekledigime değecek galiba. 😀

    Beğen

  2. En sonunda gelen, deli gibi beklediğim, sonuyla beni benden alan, şen kahkahalar savurmamı sağlayan bir bölüm oldu kendisi. 😀 Bölümün adını Facebook’taki sayfanda ilk gördüğümde ‘İŞTE BUU!!1!11’ demiştim. Boşuna dememişim gerçekten. Yalnız ben çok çok farklı şeyler kurmuştum kafamda o yüzden olayların böyle gelişmesi üstelik ‘bu şekilde’ bir bölüm sonu olması beni baya dumur etti.

    Başlarda kafamı taşlardan taşa vurmadım ve Brandon’a küfürler etmedim (bildiğin ana avrat sövmek :D) desem yalan söylemiş olurum. 😀 Nasıl duydu Malfoy’u aklım, havsalam almıyor. Bu vampirler hızlıydı, kan içerdi, gençlerdi, çekicilerdi, güneşten kaçarlardı, evet ama böyle iyi kulaklara sahip olduklarını ilk kez gördüm. Bambaşkaymışsın Brandon. 😛 Ayrıca Malfoy’un hafızasını siler diye düşünmüştüm ki en garanti yolda buydu. Fakat tehdit yolunu seçti kendisi, nedenini hiçbir şekilde anlamadım ve hiçbir mantığı olduğunu düşünmüyorum. Ya Snape’in canı sıkılsa ve şu çocuğun bir zihnini okuyayım dese, di mi ama? Cık cık… 😀

    Brandon ve Hermione’nin sahte ve bir o kadar da iğrenç ilişkisini okurken cidden sinir kestim burada. Ne zaman bitecek şu kısımlar, bitsin artık, okumak istemiyorum falan derken yakaladım kendimi. Ama tabii dayanamayıp okudum orası ayrı bir konu. 😀 Ve her şeyi geçtim ama Brandon sen nasıl bir gerizekalısın bebeğim? Sen her şeyi en ince ayrıntısına kadar planla ama peşinde köpek olduğun, onun için yapmadığın kalmayan kızla ilgili tek bir şey araştırma. Şimdi bu arkadaş kendini bunca zaman süper zeki, hiper mükemmel olarak görüyordu. O devasa egosuna rağmen ufak da olsa bu düşüncesi zedelenmiştir diye umuyorum.

    Benim Snape’im orta yaş krizisinede mi girermiş, üstelikte Hermione’yle dansa kalkamadığından. 😀 Ama sen daha çok gençsin hayatım ve bundan sonra Hermione’nin yanında olup ona destek olacaksın. Yani benim inancım bu yönde en azından. 😀 Neyse, ve bu yüzden de en az 70 yıl yaşaman gerek. Lütfen bu orta yaş krizlerinden çık, titre ve kendine gel. 😀 Ayrıca Hermione’yi görünce dibinin düşmesi… Tek kelimeyle muhteşemdi. Yalnız ben o ‘mükemmel’ kelimesini Snape’in ağzından duymayı yeğlerdim. (Ya da okumayı mı deseydim. :D)

    Ah, Hermione’nin, Brandon’ın kanının etkisindeyken bile Snape’in çekiminden kurtulamaması. Demek ki Brandon’ın kanı sandığı kadar matah bir şey değilmiş.

    Ah Dumbledore ah! Az daha güzelim kız senin yüzünden(!) ölüyordu. Yanlız sende buna karşılık Brandon’a kazığı çaktın, tebrikleri kaptın. 😀 Aslında bu iş için Snape’i kullanmasına kızmadım diyemem. Arkadaşım, Snape Hermione’nin yanında St. Mungo’da olmalıydı ve Brandon’ı sen öldürmeliydin ama bu ayak işlerini bile Snape’ yaptırıyorsun. Ayıp yani. 😀

    Yalnız Brandon ölmedi gibi bir his var içimde. Artık Voldemort mu kurtarır kendisini yoksa Voyvoda mı bilemeyeceğim ama yaşayacak sanırım.

    Snape ve Hermione arasındaki kıvılcımların ateş olma zamanı geldi ayrıca, şu ateşi harlayalım lütfen. 😀 Ve son olarak şunu söylemek istiyorum; Severus, please! 😀 Hermione’ye destek olmanın ve aptal aşık gibi davranmanın vakti gelmedi mi sence de? Kızı beğeniyorsun işte ve bu olaylardan sonra bu beğenin hatta sevgin diyeyim aşka dönüşür muhakkak.

    Eline, emeğine, gönlüne sağlık Pesnap. Gelecek bölümü nasıl bekleyeceğim inan hiç bilmiyorum. Öyle bir yerde bitirdin ki, yeni bölüm gelene kadar meraktan kıvranacağım resmen. 😀 Kötüsün. 😀

    Beğen

  3. Nihahahahahahahahahahahhahaha hohohoho hahaha zuhahha 😀 Allah’ım o kadar mesudum ki 😀 Evet sevinme merasimim bitti. Bölüme gelecek olursam tek kelime ile ”mükemmel”di. Mcgonagal sen nasıl tatlısın ya onları eş konumuna getirdin bittim sana bacım orda. Bu arada iyi ki Draco kahraman olmadı uyuz oluyorum o çocuğa hıh 🙂 Pesnapcım o son sahne neydi öyle ya beni benden aldı Snape bunu haketmişti. ya iyi ki o öldürdü. 😀 Hermione sende adam ol kurtarıcına aşık ol evlen öyle kan emicilerin peşine düşme. Yersin ağzına yumruğu 😀 ayy şuanda dört köşeyim ya gelsin snamione gelsin aşk arkadaş 😀
    Ellerine sağlık pesnap. yeni bölümü merakla bekliyorum 🙂

    Beğen

  4. Daha açılışta çifte ters köşe yapmışsınız. Çoğunluk gibi bende Brandon ve Hermione’nin durumununu Severus’a yetiştirecek kişinin Draco ile Pansy olacağını düşünmüştüm. Fakat iki salak çenelerini tutamayıp Brandon’ın keskin kulaklarının kurbanı olunca bu ihtimal suya düştü. Hemen akabinde de yine çoğunluk gibi bir zihin silme işlemi beklerken Brandon artık ne tür etkili bir tehdit kullandıysa zihinleriyle oynamaya bile gerek görmemiş. Yani bölüme köşeden köşeye savrularak başlamış oldum.:)

    Yazım gücünüz sayesinde sahteliği mide bulandıran bu ilişkinin detaylarında ilk dikkatimi çeken, Brandon’ın vampirliği biz okuyuculara kesin olarak açıklandığı zamanlarda duyduğum bir endişenin gerçekleşmesi, yani Yasak Orman’ın yetmemeye başlaması oldu. Bu kaynakların tükenmesi dışında Brandon’ın insan kanı açlığı çekmesiyle de ortaya çıkabilirdi. Neyse ki henüz o kadar gözü dönmedi. Diğer dikkatimi çeken şey ise belki yanlış yorumladım ama safkanlık meselesi. Sanki hafiften de olsa sadece Hermione’nin bünye olarak daha zayıf olması ve bunun yarattığı etkiden değil de seviye olarak safkan olmaması canını sıkmış gibi geldi. Belki ilk kez Claudia olmadığını bu sefer umursamazlıktan gelemeyecek kadar çok hissetmiştir. Ya da ben çok açıldım.:)

    Benden daha ustaca sancak tarafına açılan McGonagall sayesinde hem güldüm hem de hiç umulmadık bir dans sahnesiyle mutlu oldum. Brandon’ın işe şike karıştımasından beri Snamione’ye dair kırıntı bulamaz olmuştuk.:) Severus’un etki altındaki birini bile etkileyebildiği hatta sinirle de olsa hormonlarını altüst edip tepkimeye yol açabildiğini görmek hoş. Ona böyle 35 yaş krizleri yakışmıyor. İşin şakası bir yana Dumbledore’a ağzının payını verirken kendine güvenen o adama ne olmuş böyle. Arkadaşını kaybetmek nasıl da etkilemiş aslında onu. Ve ne kadar yalnız bu adam.

    Ve başlığın yerine oturduğu final. Ve asıl ters köşe. Başlığı okuduğum anda bu cümlenin afili bir baskın sahnesinde sarf edileceğini düşünmüştüm. Böylesi bir sonuç beklemiyordum. Dumbledore’un ikna olması için illa işin ucunun ölüme dokunması gerekiyor yani. Yine de Brandon’ı tekrar uyutacağını hiç düşünmemiştim. Büyük sürpriz oldu gerçekten. Ayrıca bu şerefin Severus’a bahşedilmesinden müthiş memnunum.

    Burası bir yol ayrımı olacak gibi. Hikaye karanlık olacaksa Lord efendinin yaptığı araştırma biraz geç olsa da sonuca varabilir ve vampirimizi bulup, kendi saflarına katmak üzere uyandırabilir. Ya da Severus Brandon geri dönüştürülemeyecek bir hale getirip bu dosyayı tümden kapatabilir. Merakla bekliyorum. Ellerinize emeğinize sağlık. Bol ilhamlar.

    Son olarak neydi o kelime; Muhteşem? Olağanüstü? Seksi? Melek? Ya da melek ne arar büyücü dünyasında, Peri? :))

    Beğen

  5. Ablacımm Süperrrr muhteşemmmm harikaaa bir hikayeee 😀
    Ne zamandır yorum yapacağım diyordum *içimden* 😀
    Kısmet bugüneymiş. Gerçekten ben fazla hikaye seçiciyim normaldede kaç defa gördüm ama girmedim beğenmem diye şans eseri girdim ve okudum son bölümü harikaydı! :D,
    Yeni bölümü çoookkkk merakla bekliyorummmm görüşürüzzzz öptüm! 😀 :*

    Beğen

  6. Bölüm ismiyle bu kadar uyumlu bir his yaşamamıştım 16 bölümdür. gerçekten sürpriz oldu. Başta Draco ve Pansy tarafından bilginin öğrenilmesi işe yarayacak sanıyordum ama Brandon daha etkili çıktı. Yine de gözümden bir şey kaçmadı. Brandon tarafından ne kadar büyük bir tehditle karşılaşsalar da -bu konuda tahmin bile yürütmek istemiyorum- Draco’nun Hermione’yi uyarmaya çalışması hoşuma gitti. Acaba daha sonra Hermione tarafından bir dönüşü olacak mı merak ediyorum. Yani bir teşekkür gibi.
    Snape’in yaşadığı yaş krizi yüzümü güldürdü. Çok sempatik ve içten gelen bir duyguydu. Bir süredir kendisindeki “arkadaş kaybının” yaşattığı duygusal çöküntüyü somut olarak hissetmiş oldum.
    Dans sahnesi ve Hermione’nin her koşulda Snape’ten etkileniyor oluşu çok güzel bir ayrıntıydı
    En sonu ise bir yandan içime su serpse de yukarıda Odi:’nin de bahsettiği gibi bu hikayeyi iki farklı yola sokabilir. Yol ayrımındayız gibi.
    Bir kez daha ellerinize sağlık. Harika bir kurguyla bu haftada HP dünyasına girmiş oldum sayenizde 🙂

    Beğen

  7. @anonim: Kelime oyunu yapma bana anonim. 😀 Pesnap’la dalga geçilmez, tamam mı? Marka o marka. Dünya markası. 😛

    Beğen

  8. @izobar: Bismillah… Dağ gibi yorum yapmış ya, ağlayacaktım az kalsın. Ciddiyim böyle destan gibi yorum yapmanıza, o güzel parmakçıklarınızı yormanıza hiç gerek yok efenim! Ama heyecanlanmışsın ondan olmuş herhalde. Neyse affettim seni.

    😀

    Gelelim yorumu yanıtlamaya: Cınım ya dumur olurmuş. Brandon bölüm sonunda gidiciyken son kez itici sahneler yaşatayım dedim size. Sinirler gerilmiş istediğim gibi hıhahaha.
    Şimdi şöyle. Brandon, Malfoy’un korkak bir tip olduğunu biliyordu bu yüzden onu sindirmeyi tercih etti. Tabi hafızasını silip ardını temizlemek daha kolay olurdu ama gördüğünüz gibi Malfoy gerçekten de korkak olduğu için onu ele veremedi. Yani bazı karakterlerin değişmeyen yönüne vurgu yapayım istedim o şekil. Hani, yerimde başka bir yazar olsa belki Malfoy’u kahraman ilan edip sempatik kılabilir ve altın üçlüye dahil ederek bir değişiklik yapabilirdi. Ben yapacak mıyım? Rüyanızda görürsünüz.

    Ya işte vampircağıza sor bir de onu. Kafasını taştan taşa vurmak istiyor senin gibi. Yapılır mı öyle hata, yapmış ama. Çok kaptırdı kendisini. Planının kusursuz olduğunu düşünüp övünürken ufak bir ayrıntıyı kaçırdığını fark edemedi. Kibir bebeğim. Kibir. Zedelendi tabi, kendine güveni kaybolacak.

    “Ahaha Snape’in orta yaş krizi bile çok tatlı oluum!” dedi bir arkadaş bana. Zaten o sahneleri yazarken ağzım yay gibi geriliydi, sırıtıp duruyordum. 😀 “Lütfen bu orta yaş krizlerinden çık, titre ve kendine gel. 😀 “ Haha güldürdün. 😀 Merak etme, Hermione ile bir araya gelsin 70 yaş küçülecek. :D:D

    “Ah, Hermione’nin, Brandon’ın kanının etkisindeyken bile Snape’in çekiminden kurtulamaması.” Evet bu da önemli bir nokta Snamione için. Bu çiftin bir araya gelmesine hiçbir şeyin engel olamayacağının şifresi. Zaten, Snamione okuyucularını heyecanlandıran da bu. Eninde sonunda birlikte olmalılar düşüncesi ama asıl heyecanlandıranı “Nasıl?” kısmı oluyor.

    Dumbledore’a gelince fiyuuuv. Adam yiğidi öldürdü ama hakkını yemiyor. Bu yüzden Brandon’ın icabına kendi bakacaktı ama Snape istedi bunu yapmayı. Zaten bir sonraki bölümde flashback şeklinde göreceksiniz.

    Cık, ölmedi. Bakalım, göreceğiz.

    Ya, ehe ehe, diye gülüp geçiyorum ben burayı. 😀

    Teşekkürler. Beklersiniz siz ben biliyorum. Ama çok bekletmem umarım zaten şu sıralar uğraşıyorum valla billa. Yakında görüşürüz!

    Beğen

  9. @esi: Belli. 😀
    McGonagall gönüllerde taht kurdu yine. Sevilmeyecek kadın değil. 🙂 Ve Malfoy ah, onu da severiz gerçi ama altın üçlüye dahil edecek kadar değil tabi. Bazılarının yeri diğerleri olmadan daha güzel. 🙂 Teşekkürler, yeni bölümde görüşmek üzere. 🙂

    Beğen

  10. @yaren_: Abla demeyin ya bana pffss. :S Pesnap’ım ben, sadece Pesnap. (bkz. “Ben Harry’im. Sadece Harry.”)
    Ah şu tesadüfler. Zaten ben de tesadüf eseri bir Snamione okumuş ve bugünlere gelmişimdir. Sevindim senin adına da.
    Yeni bölümde görüşürüz!

    Beğen

  11. @CarpeDiem: O biçim tehdit. Epey korkuttu diyebiliriz. Hermione’yi bilirsiniz, oldukça meraklı bir kız. Bu yüzden Draco’nun bu olağan dışı davranışına geri dönüşü olacaktır. Soracak soruları var ona.
    Değil mi ya değil mi? Yazarken en keyif aldığım sahneydi zira. 🙂 Ve o ayrıntı evet, küçük bir nokta atışıydı. Diğer arkadaşlar da benzer şeyi söyledi, herkesin aynı şeyi düşünüyor olması iyiye işaret. 🙂
    Teşekkürler. Ben de sayenizde aynı dünyada buluşuyorum sizlerle. 😉

    Beğen

  12. @odi: Aslında şaşırtma yapmak istememiştim. Önceki bölüm sonunda herkesin düşündüğü şeyi vermeyi planlıyordum ama bunu basit bulup plan değişikliği yaptım. Herhalde kızdırdım okuyucuları ki en nihayetinde beklediklerini faklı bir yoldan verdim yine de. 🙂

    Brandon uzun süredir gece hayatı yaşıyor. Bu yüzden kontrollü çıktı. Brandon’ın canını sıkan birincisiydi ama seviye olarak değil. Hermione’nin Muggle Doğumlu olması, onun planlarını alt üst eden şey olduğu içindi. Eskiden, kim olduğunu ve kimin oğlu olduğunu bildiği zamanlarda bu safkan meselesinde daha tutucuydu karakterimiz. Zaten bugünkü kibri ve kendine güvenen, egoist yanı da o zamanlardan kalma bir şey. Bütün bunların başlamasının sebebi Hermione’nin Claudia’ya benzemesiydi ama onun artık Claudia olmadığını önceki bölümlerde kabullenmişti Brandon. Kanını verdikten sonra hani. (“Evet, ona hem benziyorsun hem de hiç benzemiyorsun… Ve ben senin yeni olan tarafını çok seviyorum, Hermione.”) Sadece ona sahip olmak istiyordu.

    Dans sahnesi beklenmedik olmuş sanırım? İyi o zaman, iyi. :))) Zaten dönüm noktası diyebileceğimiz bir sahnedir. Yani, tekrar bir araya gelişin simgesi gibi.

    Hah,böyle düşünmüş olmanız gülümsetti. Baskın da olabilirdi gayet tabi. Bunu daha önceki bölümlerde aklımdan geçirmiştim zaten ama başlık adı böyle değildi o zaman da. 🙂 Severus’un ağzına yakışan bu cümlenin bölümün final cümlesi olmasını istedim o yüzden. 🙂

    Şu an bölümü yazıyorum fakat dediğiniz yol ayrımına henüz karar veremedim. Hangisini seçersem seçeyim ikisi de beni, bizi, farklı bir maceraya götürecek. O yüzden iyi düşünüp planlamam lazım.

    Teşekkürler. O kelime şimdilik kutuda saklı kalsın. 🙂

    Beğen

  13. Evet şunu fark ettim ki ben önceki bölümüde okumamışım ve sen kısa yorum istiyorsun bu yüzden kısa bir yorum yapacağım. 🙂 İLk önceki bölüme dair yorumumu söyleyeceğim. Ya sen bana sib deme deme diyorsun ama cidden senin hikayelerinde nefret ettiğim ikinci kişi oldu kendisi. Sana şu kadar söylüyorum bu ikisi morgana ile birbirleri için biçilmiş kaftan. Bunları çift olarak yaz bir hikayede birlikte birleştir aşk acıtır ile bunu gör bak ne kadar sinir bir hikaye oluyor. 🙂 Sonunda birileri gördü Brandon`la herm olayını hemen bir şey olmadan söyleyebilseler bari. Kısaca önceki bölüme sinir oldum. 😀 İnsanın sinirlerini hop hop hoplatıyordu. 😀
    Şimdi gelelim bu bölüme. Önceki bölüm ne kadar sinir bozucuysa bu bölüm bir o kadar güzeldi. Snape`im ya helal olsun ona. 😀 Bu arada Hermione`nin büyücülük kanının nereden geldiğinide öğreniyoruz. Baklım görsel ikizi olan o kadınla nasıl bir olayları çıkacak. 🙂 Yeni bölümde görüşmek üzere ben dire k severitusun yeni bölümüne geçiyorum 🙂

    Beğen

Yorumunuzu Alalım...